Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR , İnönü Üniversitesi, Eğitim Fakültesi
Bu yazıda, ulusal eğitim ve kültür anlayışından nasıl uzaklaştırılmakta olduğumuz açıklanmaya çalışılmaktadır. Yazıda, emperyalizmin, işbirlikçi çevreler aracılığıyla toplumun zihnini yeniden inşa ettiği, böylece toplumu “mankurtlaştırdığı”, bunun sonucunda ulusal reflekslerin nasıl aşındırıldığı ve ulusal direncinin nasıl kırılmak istendiği üzerinde durulmaktadır.
Giriş
Anadolu, ilk uygarlıkların ortaya çıktığı bir yer ve biz Anadolu’da yaşıyoruz. Bu topraklar çeşitli uygarlıkların kurulup geliştiği bir alan üzerindedir. Bu topraklarda kurulan devletlerin hemen hepsi dünyanın önemli olaylarında belirleyici olmuştur. Hitit, Lidya, Roma, Selçuklu, Osmanlı Devleti bunlar arasındadır. Bu topraklarda yaşayıp da yeterince etkin ve öncü rol oynayamayan devlet sadece biziz. Kuşkusuz, uygarlıkları yaratan topraklar değil, kültürümüzdür.
Bu, bilinen bir gerçekliktir. Dolayısıyla Türkiye’nin kendisinden önce gelenler gibi, bir süper devlet olmaması için her türlü çirkin girişim, entrika, terör, kriz... yaşatılıp duruyoruz. Bunlar, bize özellikle Batılı “dostlarımız” ve yerli işbirlikçileri tarafından yaşatılmaktadır. Cumhuriyet, sağlam temellerine rağmen ciddi tehditler altındadır.
Bir ülkenin geleceğinde eğitim önemli bir belirleyicidir. Eğitim geleceğin toplumunu hazırlar. Eğitimine sahip çıkmayan, yeterli kaynağı ayırmayan, üstelik eğitimden tasarruf yapan toplumların geleceğe güvenle bakmaya hakları yoktur. Sorun sadece kaynak ayırma sorunu da değildir. Toplum, “nasıl bir insan tipi yetiştirileceğini” belirlemeli ve eğitim sisteminin o insan tipinin yetişip yetişmediğini izlemelidir.
Millî eğitimin amaçları ve ders kitaplarına bakıldığında ulusal konular ve Atatürkçülüğün dikkate alındığını sanırsınız. Kitaplarda Atatürk’le ilgili epeyce yazı ve şiir vardır. Oysa giderek bir mankurtlar toplumu oluyoruz. Mankurtlaştırılamayanları yetiştirmek eğitimin görevi ise bu kadar mankurt nereden ve nasıl çıktı? Acaba kendimizi mi kandırıyoruz?
Türkiye yine çok cepheli bir ateş altında. Sürekli tehdit ve taciz altında tutuluyoruz. Ulusal reflekslerimiz yavaşlatılmak ve ulusal direncimiz kırılmak isteniyor. Bu bölümde sürecin nasıl işlediği açıklanmaya çalışılacaktır. Bir şey yapmak için tehditlerin neler olduğunu bilmeliyiz. Bilirsek, önlemimizi alırız. Önce görmek ve tanımak gerekir. Görünen o ki, mankurtlaştırılıyoruz!
Mankurtlaşmak Ne Demektir?
Dilimizde “mankafa” sözcüğü argo da olsa yaygın biçimde kullanılmakla beraber, “mankurt” sözcüğünün aynı yaygınlıkta olmadığını biliriz. Mankurt sözcüğünü Cengiz Aytmatov gündemimize yeniden soktu. Mankurtlaşmak, ulusal kimlikten uzaklaşma, topluma ve kültüre yabancılaşma, zihnin yeniden inşası yoluyla bilinçsizleşme, egemen güçlere ve süper devletlere yaranmayı içeren sosyo-kültürel bir kavramdır.
Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı yapıtında[1] anlattığı bir efsane vardır: Mankurt Efsanesi. Juan-Juan adlı barbar bir toplum, tutsak ettiği kişileri nitelikli (!) köleler haline getirmek için onların belleklerini silermiş. Bunu şöyle yaparlarmış: Önce tutsağın başını kazır, saçlarını tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bu arada bir deveyi keser derisinin en kalın yeri olan boynundaki deriyi tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına sımsıkı sararlarmış. Kuruyup büzülen deri kafayı mengene gibi sıkıp, dayanılmaz acılar verirmiş. Bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp dışarı çıkamayınca başına batarmış. Tutsak başını yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde dört beş gün aç susuz bırakılırmış. Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölürmüş. Kalanlar ise belleklerini yitirirmiş. Tutsak zamanla kendine gelir yiyip içerek gücünü toparlarmış. Ama o artık bir insan değil, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan “mankurt” olurmuş. Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını ve çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köle. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş.
İşte, toplumumuzda olup bitenleri bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Bugün Türk toplumu mankurtlaştırılıyor. Ulusal kimliği, kişiliği, onuru dejenere ediliyor, aşağılanıyor. Geçmişimiz ve kim olduğumuz bize unutturuluyor. Azar azar, alıştıra alıştıra, şiddeti zamana yayıp yüngülleştirerek mankurtlaştırılıyoruz. Uygarlıkların beşiği olmuş bu ülkenin insanları mankurtlaştırılıyor! Topluma “geçmişi unut, kim olduğunu unut, geleceği düşünme, anı yaşa” düşüncesi genel geçer yapılarak mankurtlaştırılıyor. Başta artık bizim olmaktan çıkmış ulusal (?) kitle iletişim araçları olmak üzere her türlü araç bu amaçla kullanılıyor. Bir daha kendimizi toparlayamayacak biçimde zihnimiz yeniden inşa ediliyor! Böylece ulusal refleksimiz ve direncimiz kırılıyor. Görünüşe bakıldığında epey yol aldıkları anlaşılıyor.
Kitle iletişim araçlarında yer alan kimi okumuşları okuyup, dinleyince bunların mankurtlaştırıldıklarını ve tüm toplumu da mankurtlaştırmak için görevlendirildikleri gibi bir kanıya ulaşılıyor. Uygarlıkların rahmi ya da beşiği olmuş Anadolu topraklarında nasıl ortaya çıkar bu uğursuzluk? Çağcıllaşmak yerine Batılılaşmaya çalıştığımız için mi? İçi boşaltılmış bir Atatürkçülükle insanları oyaladığımız için mi? Yurttaşlarımıza ulusal bir tarih bilinci kazandıramadığımız için mi? Yoksa aydınlarımız ve yöneticilerimiz bize ihanet mi ediyor?
Mankurtlaştırılmak istenen bu halk, tarihte onlarca devlet kurmuş, sonuncusu dünyanın dörtte üçüne egemen olmuş, şunun şurasında seksen yıl öncesinde en kötü durumunda bile dünyanın ilk beşinde yer alan Osmanlı’nın sahibi; ardından emperyalizme karşı zafer kazanmış bir halktır. Uygarlığa büyük katkıları olmuştur. Bu halk, emperyal duyguları tatmış ve dünyaya düzen vermiştir. Şimdilerde emperyalizmin aracı olarak birilerinin Ortadoğu’da, Kafkaslarda, Balkanlarda ve başka yerlerde jandarması olarak kullanılmak istenmektedir. AB ve ABD’nin ve bir şekilde başımıza geçirilen işbirlikçilerin yapmak istedikleri bu değil midir?
Topluma yerleştirilmeye çalışılan aktarma “tüketim kültürü”nün “kullan-at” ilkesi geleneksel kültürel öğeler yanında düşünceyi, geçmişi, kısaca her şeyi kullanıp atmayla sonuçlanmıştır. Geçmişin unutulması, geçmişteki çözümlerden yararlanmama sonucunu da ortaya çıkarmıştır. Toplum giderek geçmişi daha az anımsıyor, düşünce modaya teslim oluyor. Öte yandan geçmiş, tam da unutulduğu içindir ki, itirazla karşılaşmadan hüküm sürmektedir. Bunun aşılması için öncelikle anımsanması gerekir. Geçmişteki çözümleri unutuyor ve hatalarımızı tekrar ediyoruz!
Yeni adına eskiyi rafa kaldıran günümüz eleştiri tarzı, devrin zihniyetinin bir parçasını oluşturur; unutarak temize çıkmaya ve savunmaya yarar. Kısacası, toplum belleğini ve onunla birlikte aklını yitirir. Geçmişi düşünme yeteneksizliğinin ya da gönülsüzlüğünün bedeli düşünememektir. Bellek yitimi, geçmiş düşünceyi fazladan bir “entelektüel çöplük” gibi sırtından atan “radikal” ampirisizm ve pozitivizmden, geçmişin devlerine ve dehalarına çok erken doğma talihsizliğine uğradıkları için selam duran açıkgöz kuramlara kadar çeşitli biçimler alır.[2]
ATEŞ SUYU POLİTİKASI
Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz?
Batı (Avrupa, Amerika) Kızılderili katliamlarının hesabını vermemiştir. İnsanlıktan özür dilemediği gibi sömürü ve talana hâlâ devam etmektedir. Şimdilerde açıkça Afganistan ve Irak’ta, öteden beri ise örtülü olarak birçok yerdedirler.
Batılılar tüm yöntemlere rağmen yok edemediği Kızılderilileri ise “ateş suyu” ile pasifize etmiştir. “Ateş suyu” Kızılderililerin viskiye verdikleri addır. Bu ilk ateş suyudur.
Ateş suyu (alkol) bugün yaşamaya çalışan Kızılderilileri sindirmiştir. Alkole alıştırılan, uyuşturulan Kızılderili, Kızılderili olmaktan çıkmıştır. Kızılderili, kendisi olmak için savaşımı bir tarafa bırakıp “ateş suyu” elde etmek için beyaz adamın kölesi olmuştur.
Kızılderililer şimdilerde Amerikan toplumunda müzelik bir eşya muamelesi görmektedir. Unutulmuş geçmiş, unutturulmuş katliamlar, unutturulduğu için az bir kısmı kalmış kültürle turistlere Kızılderili dansları sergileyerek bahşiş toplayan, onu da ateş suyuna harcayan bir kitle!
Kızılderililer mankurtlaştırılmıştır. Türkiye de böyle yapılmak isteniyor. Batılılarla uygarlıkta yarışacak bir Türkiye değil, onları eğlendirecek güzel bir tatil ülkesi; zorla sömürgeleştirmek, hırsızlık ve gasp yapmak istedikleri yerlerde kullanmak üzere askerleri olmamızı istiyorlar. Bunun için bizim mankurtlaştırılmamız gerek!
Bu arada kitleleri uyuşturmak için ateş suyunu sadece Amerikalılar kullanmadı. Rusların da benzer politikalar izlediğini Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ortaya çıkan devletlerde görüldü. Oradaki ateş suyunun adı da votkaydı.
Emperyalizm, ateş suyu etkisi yaratan birçok araç geliştirmiştir. Aşağıda bunların bir kısmı açıklanmıştır.
Emperyalizm ateş suyu politikasını her sömürgeleştirmek istediği ülkede uygulamaktadır. Kendi mantığınca tutarlıdır. Meşrulaştırılan şey yani alkol ve uyuşturucu, emperyalizmin toplumları/kitleleri uyuşturmada, düşündürmemekte kullandığı bir araçtır. İçer unutursunuz. Sizi şaşırtan, alışamadığınız şeyleri zamana yayar ve alışırsınız. Alıştırılırsınız ve uyum sağlarsınız. Böylece tehdit olmaktan çıkar, sömürgeleştiğinizin, malınızın çalındığının, çocuklarınızın zihninin istemediğiniz şekilde geliştirildiğinin farkına bile varmazsınız.
Oysa bilişim devrimi sürecinden geçmekte olan dünyada, dünya entelijansiyasını izlemek, yeni haritaların çizildiği coğrafyaları en azından anlamak, AB ve ABD köleliği arasında tercihe zorlanan, birileri tarafından yol haritası belirlenmekte olan yurttaşlarımızın uyuşturulmaya değil, ayık kalmaya gereksinimi vardır!
Kitleler/toplumlar/uluslar ne kadar uyuşturulursa, düşünmekten uzaklaştırılırsa sömürgeleştirme politikası o kadar başarılı olur. Uyuşturulup bireysel zevklerin peşinde koşan, “anını yaşayan” gelecek kaygısı taşımayan insanlar emperyalizmin kendisine hangi oyunu, nasıl oynadığının da farkına varamazlar. İstenen de budur çünkü sömürü ancak böyle devam eder.
İkinci Ateş Suyu: Kültürsüzleştirmek, Ödlek Tavşanlar Yetiştirmek
Üniversitede Çocuk Edebiyatı derslerine de giriyorum. Bir dönem boyunca “çocuk kitapları nasıl olmalı ki, hem çocuklara okuma yazmayı sevdirebilelim, hem de okuyanlar üretken iyi birer insan/yurttaş olarak yetişsin” sorusuna yanıt arıyoruz. Öğrencilerim öğrendiklerini dönem sonunda birer çocuk kitabı yazarak ortaya koyuyorlar. Biçim yönünden harika şeyler ortaya çıkıyor. Ama en çok yazılan tema benim “minik tavşan tema”sı dediğim biçimde oluyor.
Hikâye şöyle: Anne tavşan yavru tavşanla ormandaki evlerinde mutlu bir şekilde yaşardı. Günlerden bir gün, anne tavşan yavru tavşana dedi ki “bak yavrucuğum, benim çıkıp yiyecek getirmem gerek. Sen evde otur. Sakın dışarı çıkma, ortalığı karıştırma ve beni evde bekle.”
Anne tavşan çıkıp gider. Derken yavru tavşan evde sıkılır. O sırada kapı önünde bir kelebek görür. Merakla kelebeğin peşinden koşarak çıkar ve epeyce dolaşır. Yorulup eve girmek isteyince kaybolduğunu anlar. Korkar ve ağlar. Derken bir ağacın dibinde uyuya kalır. Gözlerini korkunç bir hırlamayla açar. O da ne? Kurt değil mi? “Seni şimdi yiyeceğim” demektedir. Yavru tavşan yalvar yakar olurken, komşu “Ayı Amca” oralardan geçmez mi? (Çocuk öykülerinin kötü sonla bitmemesi gerekiyor) Ayı Amca kötü kurdu kovalar ve yavru tavşanın elinden tutarak annesine getirir. Yolda da büyüklerinin sözünden çıkma, onların “yap” dediklerini yap, “yapma” dediklerini yapma kabilinden öğütler verir. Derken evlerine gelirler. Yavru tavşan ile annenin dokunaklı sarılmalarının ardından yavru tavşan “bir daha onun sözünden çıkmayacağına, yapma dediklerini yapmayacağına... yemin billah eder.
Minik tavşan yerine minik kuş, minik ayı, minik Ayşe de olabiliyor. Öğrencilerin yüzde sekseni buna benzer öyküler yazıyorsa bunda bir tuhaflık vardır. Neden bu tema anlatılır? Çünkü yıllardır okuma parçalarında, hikâye kitaplarında hep bu temayı okumuşlardır. O kadar tanıdık, aşina olunmuşluk vardır ki bunda!
Peki, bunun ana fikri nedir? Okuyucu bundan ne öğrenir? Araştırma, karıştırma, kurcalama, merak etme! Dur, otur, bekle, yap denilirse yap!
Biliyoruz ki, merak duygusu insanı araştırmaya, araştırma da öğrenmeye götürür. Biz yakın dönemimizde, yıllardır çocuklarımıza merak etme, araştırma, sadece “yap” denilenleri yapmayı öğretmişiz! İnisiyatif alamayan, girişken olamayan, deneyim edinme kaygısı olmayan, aklını kullanmayan, korkak, pısırık, yani “ödlek tavşan yavruları” yetiştirmişiz.
Hele Köroğlu! Köroğlu, bir ozandır, bir düşünürdür, bir müzisyendir, yavuklusu olan, sevdayı bilendir. Köroğlu kötü yöneticilere, haksızlığa karşı direnme hakkını kullanan “birey”dir. Unutturuldu. Üniversiteli gençlere soruyorum, “Köroğlu kimdir, nedir?” diye, çok cılız yanıtlar alabiliyorum. Yanıt verenler de Cüneyt Arkın’ın filminden kazara öğrenmişler. Ama Köroğlu’nun kötü kopyası olan İngiliz eşkıyası Robin Hud herkes tarafından biliniyor! İnsanımız okumuyor ama televizyon izliyor. Televizyonda ise Köroğlu’na yer yok.
Bunların sonucunda terörist elebaşısını yıllarca saklayan ülkeye haddini bildiremedik. Yunanistan’ın elinde yakaladık, pasaportu Rum (Güney Kıbrıs) çıktı. Birçok ülkenin savaş sebebi sayacağı durumu sineye çektik! 30 bin evladı yok edilmiş, 100 milyar doları bu uğurda harcadığımız için ekonomik krizlerle uğraşmış, ülkemizin bir kısmında devlet ve toplum hizmetleri felce uğramış, toplumsal doku zedelenmiştir. Yataklık edenlere meydanları dar edeceğimize, dönemin Dışişleri Bakanı (İsmail Cem’in) Yunan meslektaşıyla uzo içip sirtaki oynamasını alkışlamışız. Bugün bile bankalar dolandırılmış, bizim paralarımız çalınmış, yapay ekonomik krizlerle sanayimize el konmuş, özelleştirme adı altında yapılan yabancılaştırma ortadayken, kimsede en doğal demokratik tepkiyi verecek mecal bırakılmamıştır. Uluslararası ilişkilerde AB ya da ABD’nin en azından diplomatik nezaketle bağdaşmayacak, saygısız tavır ve isteklerine boyun eğmeyi normal sayar hale gelmişiz. Ödlek tavşanlar toplumu olup çıkmışız. Mankurtlaşıyoruz!
Üçüncü Ateş Suyu: Yabancı Dilde Eğitim
Türk’ün iti şehre inince Farsça ürür.
Atasözü
Atatürk, “Öğretimin Birleştirilmesi Yasası” ile sadece medreseleri değil, yabancı dilde eğitim veren okulları da kapattı. Ama şimdilerde Anadolu Liseleri, Kolejler, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Boğaziçi, Bilkent gibi seçerek öğrenci gönderdiğimiz yerlerde yabancı dillerde eğitim verdiriyor, kendi dilinde kavramlarla düşünmesini engelliyor, çocuklarımızı kendi elimizle başka kültürlere sempati duyar hale getiriyoruz. Bunu azaltacağımıza yaygınlaştırıyoruz. Gerekçe, “veliler böyle istiyor”. Velilerin isteğini doğru anlamak gerekir. Veliler çocuklarının iyi bir yabancı dil öğrenmesini istiyor, yabancı dilde eğitim değil!
En seçme öğrencilerimizi en iyi okullarımızda yetiştirip, bedavadan başka ülkelerin hizmetine veriyoruz. Aldıkları eğitim onların ulusal duyarlıklarını zayıflatıp mankurtlaştırıyor ve “Batı dostu” olup çıkıyorlar. Seçkin üniversitelerimiz kendi ülkelerinden utanıp, bir Batı ülkesine gitmek için çırpınan öğrencilerle dolu.
Uyuşturma etkisi yapan her şey Kızılderililerin ateş suyu dediği şeydir. Bunlardan biri de, kültür politikasının yozlaştırdığı cinsiyetler arası ilişkilerdir. Değer yargılarından arındırılmış cinsellik genel geçer hale sokulmaya çalışılmaktadır. Edebiyat, sinema, televizyon, gazete ve dergilerde cinsel açlık duygusu yaratmak için her türlü yöntem ve teknik kullanılmaktadırlar. Renkli dünyalara kanat açmanın, bedensel hazzın duyumsatılması ve aranması sağlanmaktadır.
Egemen güç ve onun ürettiği genel geçer pop kültür, kadınlarda köksüz, zarafet ve asaletten yoksun, kalça-göğüs standardizasyonuna indirgenmiş bir güzellik anlayışı üretmiştir. Sinema ve televizyonda Holivud’un standardize ettiği ve “ölçü budur” dediklerine ne kadar benziyorsa, onu ne kadar taklit ediyorsa güzeldir/yakışıklıdır.
”Açık saçıklığı” bazı mankurtlar “çağdaşlık” sayıyor. Kadınların itici kılıklar içine sokulmasını ise diğer mankurtlar değerlere bağlılık olarak anlıyor. Akıntıya kürek çekmeye devam ediliyor.
Aşkta sadakat artık “romantik tekerleme” işlevi bile görmüyor. “Aradığım özellikler sadece bir erkekte/kadında yok, herkesten alacağın var” anlayışı yerleştiriliyor. Sevgili koleksiyonu ve onlardan alınan hediyeler aşkta kariyer geliştiren, kısmet, itibar artıran şeyler haline getiriliyor. Duygular yalama ediliyor; ne dikiş tutuyor ne fren!..
Eşcinsellik teşvik ediliyor. Bunun bir “tercih meselesi” olduğu anlatılıyor. Eşcinsel olmadan sanatçı olunamazmış yargısı yerleştiriliyor. Televizyonlarda, hangi cinsiyetten olduğu belli olmayan tipler sunuluyor; cinsel rol davranışı arayan gençlere. Eşcinseller hep neşeli, şen şakrak, sempatik, iyi ve zararsız karakterler olarak takdim ediliyor. “Tercih”lerinden dolayı sanki hiç pişmanlıkları, sorunları yok! Erkek çocuklara cinsiyeti belli olmayan ama kadınsı davranışlar sergileyen karakterleri olan çizgi filmler izlettiriliyor.[9] Çocuk ve gençlere böylesi tipler örnek alınası “modeller” olarak sunuluyor. Ne idüğü belirsiz özgürlük modası var ya, seçenekler de sunuluyor elbette; “eşcinsel olamıyorsan/değilsen unisex de olabilirsin!”
Açık propaganda kitaplarının etkisi azaldığından, şimdilerde edebiyat, özellikle romanlar bir silah olarak kullanılmaktadır. Milan Kundera, sosyalist düzeni yıkabilmek için sadece “ihanet özgürlüğü” istiyordu. “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı ünlü kitabında başta cinsel ve duygusal olmak üzere her türlü ihaneti yüceltiyordu[10].
İnsan, öğrenme yeteneği çok yüksek olan bir varlıktır. Öğrenmelerimizin önemli kısmı da bildiklerimizi başka alanlara transfer etmekle olur. Sevgilisine, eşine ihanetle başlayan ihanet duygusu, onu taşıyanı ideolojisine, içinde bulunduğu gruba, kader arkadaşlarına ve nihayet ülkesine ihanete kadar götürebilir. Milan Kundera bunu başarmıştı. Adı sosyalizmi yıkan kahramanlar arasındadır.
Ahmet Altan, “Günaha Çağrı” adlı yazısında şöyle yazıyor: [11]
Yasak aşklar peşinden gidelim.
Yasak düşüncelerle oynaşalım.”
...
“Eğer masumsanız, bir günah ve bir suç işlemediyseniz, eğer siz korkaksanız, kendi kendinize ihanet ediyorsunuz, kendi zevklerinizi, isteklerinizi, fikirlerinizi kendiniz buduyorsunuz.”
...
“Masumiyeti korkaklara ve yeteneksizlere bırakın.
Bir günah mabedi kurmak isterdim, her saat başı sizi günaha çağıran.
Günah, kendine ibadettir... Sizi kendinize ibadete çağıran bir mabet.
Kendinize ibadet edin.”
Sinemalarda bunca kültür zengini olan ülkede yeni kavram ve düşünüş biçimleri ile açılımlar yapmak varken, “aldatma” en basit biçimiyle işlenir. Holivut sinemasının aynı temayı işleyen filmleri günlerce televizyonlarda tanıtılır. Bir kadın/erkek neden aldatır, aldatılır? Bunu tartışmak üzere açık oturumlar düzenlenir...
Televizyondaki “muhabbet” programlarında ya da kadına yönelik yapımlarda adeta klişe haline gelen bir söz vardır: “Aldatmayan erkek yoktur!” Defalarca, durup dururken bile söylenmektedir. Artık genel geçer ama bilimsel olmayan bir bilgidir... Tersini kabul ettiremezsiniz. Ne yapılmak isteniyor? Acaba bu söz, karakterini eğiterek sadakat duygusunu geliştirmiş, aile kavramına duyduğu saygıdan ötürü başkasına kem gözle bakmayan, saygıyla yaklaşan aldatmamış erkekleri nasıl etkiler? Bu iddia, evli kadınları nasıl etkiler acaba? Böylesi bir toplumsal ilişkiler düzeni olabilir mi?
Bir topluma ateş suyu içirmek için, ateş suyu cilalı bir kap içinde, güzel nitelemelerle alıştırılarak verilir. Örneğin içerseniz “çağdaş, modern, Batılı...” olursunuz. Zinanın adı “çapkınlık”, yapılan şey ise “kaçamak” olur. Bu kadar masum! Bunlara karşı çıkarsanız ya köylü olursunuz ya da gerici. Gericiliği tercih eder ya da bir yere ait olmak için oraya katılmak zorunda kalırsınız. Yoksa mankurtlar sizi “ot” bile sayar.
Emperyalizm ve kapitalizm, bireylerde cinsel açlık duygusu yaratarak kendini ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bunun için bedeninize odaklanmanız sağlanır. Sağlıklı olmaktan çok alımlı görünmek biricik hedefiniz olur. Tek derdi çekici olmak olan birinin yurt ve dünya sorunlarıyla ilgilenmesi, sömürüye, işgallere, soygunlara ilgisi, açları, işsizleri, evsizleri, mutsuzları düşünmesi ne kadar beklenir? Kendi bedeninin derdine düşmüştür ve tensel zevklerin peşindedir. Artık insanlık umursanmaz, AB bilinmezdir.
Birey yalnızdır oysa kapitalizm örgütlüdür. Açlar, işsizler çeşitli biçimlerde direnir ama düzen onları bir şekilde meşruiyet dışına iter ve yok eder. İnsan olmak haysiyetinize bile dokunmaz. “İnsan olma”nın ne olduğunu düşünecek haliniz kalmaz, mankurtlaşırsınız. Egemen gücün istediği de zaten budur; yağmalamaya devam eder...
İdeoloji, herhangi bir toplumsal kümenin yaşamına yön veren ve kendi içinde uyumlu bir düzen oluşturan düşünce, inanç ve düşünüş biçimlerinin tümüdür[15]. Egemen güç, zihinsel üretimi kendisi yapar ve bilinçli bir bilinçsizleştirme süreci gerçekleştirir.
Bu yapay akımlar, toplumu temel sorunlarından, uygarlık mücadelesinden uzaklaştırmak ve dikkati yapay sorun ve çözümlere çekmek için araç işlevi görür. Bazen toplum bir fırsatını bulup sorunları üzerine düşünmeye ve çözüm bulmaya başladığında, bu güçler ajan provokatörlerle çözümü baltalamaya çalışırlar. Fraksiyonlar ortaya çıkar, ne için uğraştıklarını unutur, kendilerini emperyalizmin hizmetinde bulurlar!
Dünya görüşü, insanın çevresindeki dünyaya karşı oluşturduğu görüşlerin, anlayışların ve kavramların tümüdür.[16] Dünya görüşlerimizi oluşturan, insanlığa mal olmuş saygın kavramların içerikleri boşaltılıp, egemen gücün amaçlarına uygun biçimde dolduruluyor. İnsan hakları, demokrasi, laiklik, özgürlük hatta bilim ve üniversite kavramlarının içleri boşaltıldığı için anlamları kaybolmuştur. Örneğin “evrensellik” çarpıtılarak, “emperyalist merkezlere bağımlılık”la eşanlamlı hale getirilmiştir. Başka bir deyişle, evrensellik Batı, o da ABD olarak anlatılmaktadır. Şimdilerde birçok kavramın içi özünden ve tarihsel seyri bağlamından koparılarak yanlış biçimde doldurulmaktadır. Kavramlar yanlış olunca doğru düşünmek olanaksızdır.
Aydınlar, toplumun “her türlü düşünceye açık olması” ilkeleriyle “kaleyi saldırganlara teslim etmek” arasındaki farkı göremiyor, bu iki kavramı birbirine karıştırıyor.[17] Böylece ülkenin düşünce dünyası karmaşıklaşıyor, belirsizlik her şeye siniyor. Kimse önünü göremeyince amaçlar belirsizleşiyor. Toplum nereye gideceğini şaşırıyor!
Din, toplumsal yaşamda önemli ve gerekli sosyal bir kurumdur. Toplumları etkileme ve özellikle bireyleri yönlendirme etkisine sahiptir. Ancak, din siyasal bir amaç gütmeye ve iktidar mücadelesi vermeye kalkınca, toplumsal sorunlara da yol açabilmektedir. Kuşkusuz, bunu dinin kendisi değil, din adına hareket ettiğini iddia edenler yapmaktadır. Dindar ile dinciyi iyi ayırt etmek gerekir. Dindar ile kimsenin bir sorunu olamaz.
Din üzerinden siyaset ve ticaret yapanlar, dinsel değerleri ve inanan insanları sömürmekte, sorunlara yanlış teşhislerin konulmasına yol açmaktadır.
Din konusu, kendisi için farklı çıkarları olan başka ülkelerin de ilgi alanına girer. Örneğin, emperyalizmin sahte şeyh, mezhep ve tarikatlar oluşturması yeni bir uygulama değildir. Afganistan ve Arabistan’da şeyh kılıklı Amerikan ve İngiliz ajanları yüzyıldır faaliyetlerine devam ediyorlar. Bunu İslam’a iyilik için mi yapıyorlar? Bunlarla hem din anlayışı değişir, din saptırılır hem de yeni dinsel akımlarla bölücülüğe yol açılarak toplumsal çözülme sağlanır. İnsanlar gerçek sorunlar üzerinde düşünmekten alı konulur. Hatta ülkeler işgal edilir.
Cezayir’de 1840 yılında egemen olan dinsel güç, Ticani tarikatı ve şeyhi de Muhammed Es Sağir’dir. O sırada Fransa tarafından Cezayir’e gönderilen ajan Monsieur Rosch, Müslümanlığı kabul etmiş görünerek önce Es Sağir ile işbirliği içinde, yerel İslam ulemasına başvurmuş ve arkasından Mısır’ın ünlü El Ezher medresesinin ve en sonunda da Mekke ulemasına başvurarak onlara yönelttiği “İslami itikada halel gelmeden, geçici süre, Hıristiyanlara boyun eğmek caiz midir” sorusuna karşı “elcevap: caizdir” yanıtını almıştır. Hıristiyanlara geçici tutsaklık yüz yılı aşmıştır.[23] “ABD ile işbirliği yapmadan başka ülkelerde okullar açamayız” diyen yerli şeyhler de bu bağlamda değerlendirilebilir.
Dinciler aracılığıyla farklı kültürel anlayışlar sanki “İslam buymuş gibi” topluma dayatılmaktadır. Müslüman olmak ile Araplaşmak hâlâ birbirinden ayrılamadı. Yıllardır başörtüsü ve İmam Hatip Liseleri üzerinden kıyametler koparılmaktadır. Körüklenen bunun gibi yapay sorunlar, adeta bir “sis bombası” etkisi yaratarak, asıl sorunlarımızın görünmesi engelleniyor.
Dinsizleştirmecilik de bir ateş suyu haline gelmektedir. Din, toplumsal yapıyı ayakta tutan sosyal yapıştırıcılardan biridir. Birçok kültür kodu dinsel değerlere ilişiktir ve din toplumsal ve bireysel birçok işlev görür.[24] Din, manevi olduğu kadar stratejik de bir güçtür. Onu dışlar ya da ilgisiz kalırsanız başkaları ilgilenir ve size karşı kullanır. Yanınızda olması gereken bir gücü karşınıza almış olursunuz. Oysa, bir kısım laiklik savunucularının bilerek ya da bilmeyerek, işi ileri götürüp laiklik savunusu değil, dinsizleştirmecilik yaptığı görülmeye başladı. Öncelikle laiklik, dinin olmadığı bir yerde anlamsızdır. Laiklik din ile birlikte vardır. Laiklik bir barış antlaşmasıdır. Yeni ayrışmalara meydan vermemesi gerekir. Böylesi kişiler, laiklikle hiçbir sorunu olmayan dindar kişileri dinci saflara itmektedirler.
Sekizinci Ateş Suyu: Yapay Gündem
“Bir kısım” medya toplumu bilgilendirme değil, biçimlendirme görevi üstlenmiş, böylelikle görevinin dışına çıkmışlardır. Basındaki zihin inşa mühendisleri, çeşitli yapay gündemler oluşturarak halkın gerçek sorunlarını tartışmasını engellemekte, gerçekleri gizleyip üzerinde düşünmemeyi sağlamaktadırlar. Bu durum özellikle ülkenin başına çorap örüldüğü zamanlarda daha da artmaktadır. Hava puslandırılır ve kurtlar ortaya salınır. Dikkatler başka tarafa çekilerek asıl yapılacak olanlar yapılır. Bazı olaylar kendi bağlamından cımbızla çıkarılarak başka biçimlerde sunulur. Dinleyici/izleyici/okuyucu yönlendirildiği sonuçlara ulaşır. Böylece zihinler yeniden inşa edilir.
Son zamanlarda gündemimizin yoğunlaştığı konulara bakar mısınız: Türban/başörtüsü, kadınlar cenaze namazı kılar mı, Cuma namazı kadınlara farz mıdır, ünlü olmak için rezalet çıkaranlar, Cumhurbaşkanının Resepsiyonu, YÖK, popstar ve evlenme/çiftlenme yarışmaları ve elbette futbol, futbol, futbol... Kitleler bunlarla oyalandırılıyor [25].
Demokrasi eğer “halkın, kaynakları adilce paylaşma sürecini yönetmesi” ise, yönetim de karar almak ise ve karar almak da bilgiye dayalı ise bilgiden uzaklaştırılan bir toplum demokratik olabilir mi? Ancak mankurtlar, seçimden seçime oy kullanmanın demokrasi olduğuna inanabilirler!
İzlenen kültür politikalarıyla ülkenin geçmişte varolan manevi dinamiklerini gözden düşürmek ve toplumu başkasının manevi ve kültürel değerlerine hayran bırakmak amaçlanır. Bunu yapmak için önce toplumsal aşağılık duygusu uyandırılır, toplumsal özgüven ortadan kaldırılır. “Bir Amerikalı, bir Alman ve bir Türk” diye başlar fıkra ve en salakça eylemi Türk olan yapar! Oysa aynı durumlar Amerikalı için de Alman için de söylenebilir. “Burası Türkiye, burada her türlü yanlış olağandır!” ifadeleri klişe haline gelmiştir. “Türklerin zekâsının düşük olduğu” safsataları manşetlere çekilir.[26] Basın yayın yoluyla toplumun kusurları ön plana çıkarılır. Ahlâk, inanç, yurtseverlik, kahramanlık gibi değerler gözden düşürülür. Cinsel özgürlük, ilericililik gibi sloganlar devamlı ve sık kullanılarak varolan eğlence kültürü değiştirilir. Batı ülkeleri karşısında aşağılık duygusu uyandırılır. Kendine güveni azalmış topluluklar, başarılı toplulukları taklit etmek ve onlar gibi yaşamak isterler. 30-60 yıllık bir sürecin sonunda toplumun kültürel kimliği değişebildiği için amaca ulaşılır. [27]
Eğer eleştirici düşünmeye sahipseniz ve bu salyangozların neden bu mahallede satıldığını biliyorsanız, bundan etkilenmezsiniz. Bunun farkında değilseniz emperyalizm ve işbirlikçi kapitalizmin tuzağına düşmüşsünüz demektir.
Türkiye’deki egemen sınıf ya da güç, yukarıda sıralanan birçok hususta etkili ve bazen belirleyici olmaktadır. Onlarda dikkati çeken ise adeta kanaralaşmış[28]olmalarıdır. Kemal Tahir, “Emperyalizm o kadar açık bir namussuzluktur ki ancak yerli alçakların aldatma ve saklama ustalığıyla yutturulabilir. Bunu en iyi uygulayan emperyalist ajanların en yamanları da bizdedir diye haklı olarak öğünebiliriz” demekteydi.[29]
Mankurtlaşmamak İçin Ne Yapmalı?
Atatürk 1921’de demişti ki:
“Millî bir terbiye programından bahsederken, eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, Doğudan ve Batıdan gelen yabancı tesirlerden uzak ve millî karakterimizle orantılı bir kültür [30] kastediyorum... Çocuklarımızı ve gençlerimizi yetiştirirken, birliğimize ve varlığımıza taarruz eden her kuvvete karşı müdafaa kabiliyetiyle donanmış bir nesil yetiştirmeye muhtaç olduğumuzu unutmayalım.” [31]
Gerçekte ulusal/millî olmayan eğitim ve kültür politikaları kültür kodlarını zedelediğinden toplum zihnen teslim alınmaktadır. Kültürel yönden teslim alınmış bir ulusun bağımsız yaşama iradesi de yok olur.
Millî eğitim, ama gerçekten millî olan bir eğitim en büyük eksiklik ve beklentidir. Bütün bunları toplumca tartışıp doğru kararlara varabilmek için de sağlıklı bilgi verecek kitle iletişim araçları ve ortamlarına gereksinim duyulmaktadır.
Haşlanmış Kurbağa
Her toplum zaman zaman rehavete kapılabilir. Uçurumun eşiğine de gelebilir. Biz uçurumun kenarına gelmiş ama rehaveti üstünden atarak destanlar yaratmış bir toplumun çocuklarıyız. Türkiye genç ve eğitimli nüfusu, köklü devlet geleneği, üstün coğrafyası, zengin yer altı ve yerüstü kaynaklarıyla geleceği parlak olan bir ülkedir. Bunu bilmek ve yoldaki engelleri kaldırmak gerek.
[1] Aytmatov, Cengiz. Gün Olur Asra Bedel. İstanbul: Ötüken Yayınları. 2001.
[2] Jacoby, Russell. Belleğini Yitiren Toplum. (Çev. Hakan Atalay) İstanbul: Ayrıntı. 1996. s. 29.
[3] Yürükel, Sefa M. Soykırımlar Tarihi I: Batının İnsanlık Suçları. Mersin: Near East Publishing. 2005. s. 22.
[4] Keith, Jim. CIA’den Medya’ya Kitlelerin Kontrolü. İstanbul: Nokta Kitap. 2005. s. 26.
[5] Yürükel, agy. 2005. s. 30.
[6] Jansen, Katherina. “Amerikalı Yerlilerin Eğitim Yoluyla Asimilasyonu” Sömürgecilik ve Eğitim. (Çev. İbrahim Kalın) İstanbul: İnsan Yayınları. 1991. s. 101.
[7] 21 Aralık 1999. Hürriyet Gazetesi (Yener Süsoy)
[8] Altbach, Philip G. “Üçüncü Dünya İçinde Bilginin Dağıtımı: Yeni-Sömürgecilik Üzerine Bir Durum Araştırması” Sömürgecilik ve Eğitim. (Çev. İbrahim Kalın) İstanbul: İnsan Yayıncılık. 1991. s. 155.
[9] Teletubbies (Teletabiler) gibi.
[10] Küçük, Yalçın. Şebeke/Network. Üçüncü Baskı. İstanbul: YGS Yayınları. 2002, s. 174.
[11] Altan, Ahmet. Geceyarısı Şarkıları. 23. Basım. İstanbul: Can Yayınları. 2001. s. 72-76.
[12] Keith, agy. 2005. s. 65.
[13] Kinsey’in araştırmalarda kullandığı kişilerin üçte biri cinsel sapkınlık, fahişelik ve çocuklara sarkıntılık gibi suçlardan hapse girenlerden oluştuğu, ancak Kinsey’in veri girişinde bunları normal popülasyon örnekleri olarak gösterdiği sonradan ortaya çıkacaktı.
[14] Keith, agy. 2005. s. 67.
[15] Ozankaya, Özer. Toplumbilim Terimleri Sözlüğü. Üçüncü basım. Ankara: Savaş Yayınları. 1984, s. 41.
[16] Ozankaya. agy. s. 40.
[17] Nebi, Malik bin. İdeolojik Savaş Ajanları. (Çev. Cemal Aydın) İstanbul: Timaş. 1997, s. 106.
[18] Evrensel Batı, o da ABD olarak anlaşılmaktadır.
[19] Koray, Semih. “Üniversitelerimizin Önündeki Tehlike: Ülkesizleşme ve Bilimsizleşme” Bilim ve Ütopya Dergisi. Mayıs, 2004. Sayı: 119.
[20] Son yıllarda İngilizce düşünenler, “bilim adamı”, bilim kadını”, “bilim insanı” gibi adlandırmalar yapmaktadır. Yakında “bilim oğlanı”, “bilim kızı”, “bilim çocuğu” gibi adlandırmalar da üretebilirler. Oysa Türkçe’de adların cinsiyeti yoktur. Eskiden bilim yapanlara “âlim” denirdi, bugünkü karşılığı da “bilgin”dir.
[21] Başkaya, Fikret. Çığırından Çıkmış Bir Dünya. Ankara: Özgür Üniversite Kitaplığı. 2004. s. 30.
[22] Altbach, agm. 1991.s. 159.
[23] Çavdar, Arif. “Türklerin Suudi Arabistanlılaştırılması” Cumhuriyet Gazetesi, 20 Eylül 1994, s. 2
[24] Çınar, İkram. “Laiklik, Laik Eğitim ve Siyaset”. İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi. Sayı 9. 2005.
[25] Son otuz yılda Türkiye ürettiklerinin bir kısmını çaldırdı. Körfez krizi, ayrılıkçı terörü önlemek için harcananlar, içi boşaltılan bankalar, yapay ekonomik krizler, Batıdan alınan fahiş faizli borçlar, gümrük birliğinden kaynaklanan zararlar... Yaklaşık 1,5 trilyon dolar ediyor. Bu paralar bu halkın çalışkanlığıyla kazanılmıştır. Paramız çalınırken, bizim gündemimizde başta Batı’nın pişirip önümüze koyduğu türban ve terör olmak üzere içi incir çekirdeğini doldurmayacak konulardır.
[26] Tosun, Murat. “Aptallık Tartışması Bölüm 2” Hürriyet Gazetesi. 26.07.2005.
[27] Tarhan, Nevzat. Psikolojik Savaş. İkinci Baskı. İstanbul: Timaş. 2002, s. 59.
[28] Kanaralaşmak; Orta Anadolu’da kullanılan bir deyimdir. İşlevinin tersini yapmak anlamında kullanılmaktadır. Örneğin, köpeğin görevi sürüyü kurda, çakala karşı korumak iken, köpekte bir tabiat bozulması olur ve giderek koruması gereken koyunları kendisi yemeğe başlar. Bunun anlaşılması da uzun sürer. Zira köpeğin görevi normal olarak sürüyü kurtlardan korumak olduğu ve genel olarak da bu görevi yapageldiği için sürüde eksilen koyunların köpeğin işi olduğu zor ve geç anlaşılır. Anlaşıldığında ise birçok koyun kaybedilmiş olur. (http://ercuemend-oezkan.com/index.php/Ahlaki-Yozlasma/Kanaralasmak.html)
[29] Kemal Tahir. Notlar/Batılılaşma. Yayına Haz.: C. Yazoğlu. Bağlam Yay. İstanbul, 1992 s 43. Akt: Sezgin Kızılçelik. Batı Bataklığı. Ankara: Anı Yayıncılık, 2005. s 96.
[30] Atatürk, burada “kültür” sözcüğünü “eğitim” karşılığında kullanmaktadır. Bir ara (1935-1941) Maarif Vekâletinin adı da Kültür Bakanlığı olarak değiştirilmişti (Akyüz 1993: 345). Bu vesileyle belirtmek gerekir ki, Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” sözünü “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli eğitimdir” diye anlamak gerekir.
[31] Atatürk, Mustafa Kemal. Atatürk’ün Bütün Eserleri. Cilt: 11, İstanbul: Kaynak Yayınları. 2003. s 236.